Genellikle halkın yarattığı , ağızdan ağıza , kuşaktan kuşağa anlatılarak sürüp gelen ,çoğunlukla olağanüstü durum ve olayları yine olağanüstü kahramanlara bağlayarak anlatan yaşanmamış halk hikayelerine masal denir.
Sözlü gelenekle ilişkisi olmayan edebi yönü ağır basan bazı eserler de bu türün içinde yer alır.
MASAL TÜRLERİ
Halk masalları 4 temel grupta toplanır: Hayvan masalları, olağanüstü ve gerçekçi masallar, güldürücü öyküler, zincirlemeli masallar. 1- Hayvan masalları genellikle kısa masallardır. La Fontaine masalları bu türün en güzel örnekleridir. Şeyhi’nin Har-name adlı eseri de Divan edebiyatındaki hayvan masalları türüne örnek gösterilebilir. 2- Olağanüstü masallarda, olağan varlıkların yanı sıra cin, peri, dev, ejderha gibi olağanüstü varlıklara da yer verilir. Gerçekçi masalların başlıca kahramanları ise padişahlar, vezirler, prens ve prensesler, zenginler, hırsızlar ya da haydutlar gibi gerçek hayattaki kişilerdir. 3- Güldürme amacı taşıyan masallar okuyan ve dinleyeni eğlendirmeyi amaçlayan masallardır. 4- Zincirleme masallarda sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir dizi olay art arda sıralanır.
MASALIN ÖZELLİKLERİ
***Olağanüstü konular vardır. ***Kahramanlar olağanüstü özelliklere sahip olabilir. ***Yer ve zaman belirsizdir. ***Masallarda bir öğüt (ders) çıkarılabilir. ***Masallar, kalıplaşmış bir tekerleme ile başlar. ***Masallarda olağanüstü varlıklar (cin, peri, melek) bulunabilir. ***Masallarda milli ve dini motiflere hemen hiç yer verilmez. ***Masallar didaktik ( öğretici) türler olmalarına rağmen , genellikle eğitim amacı saklıdır. ***Anlatım kısa ve yoğundur. ***Anlatımda genellikle öğrenilen geçmiş zaman kipi ( -mişli geçmiş ) veya geniş zaman kipi (-r ) kullanılır. ***Masallar kalıplaşmış tekerlemelerle biter.
ÜLKEMİZDE MASAL DERLEMELERİ ve İNCELEMELERİNDEN;
Bugün Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde anlatılan masalların mazisi, Türk kültürünün çok eski çağlarına kadar uzanmaktadır. Elimizde Türk masallarını ihtiva eden (içeren)* basılı eserler az olmasına rağmen, masallarımız hâlâ halkın dilinde tazeliğini ve canlılığını korumaktadır. Bunun yanında daha nice masallarımızın unutulduğu da bilinen bir gerçektir. Her bölgenin ve köyün zevkle dinlediği ve usta olarak kabul ettiği bir masalcısı vardır. Bu usta masal anlatıcıları, erkek olduğu gibi kadın da olabilmektedir. Bu masalcılara gereken ilgi gösterilmediği için, bu dünyadan göçerken, bildiklerini de, çok az bir iz bırakarak, beraberlerinde götürmüşlerdir.
Pertev Naili Boratav, Az Gittik Uz Gittik, Adam Yayınları, İstanbul, 1997, 318 s. Folklor ve edebiyat (2 Cilt), Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciği; Köroğlu Destanı; Zaman Zaman İçinde (Tekerlemeler, Masallar) adlı bulunan Pertev Naili Boratav’ın Az Gittik Uz Gittik adlı eseri ilk baskısını 1969’da yapmıştır. Bu baskıdan sonra eser tıpkı basım olarak iki baskı daha yapmıştır. 1997 tarihli olan bu son baskı ile ilgili kısa bilgi verecek olursak: Kitap, eserin içeriği hakkında kısa bilgiler veren ve Pertev Naili Boratav’ın 1968 tarihinde kaleme aldığı bir ön sözle başlamaktadır. Bundan sonra bir tekerleme yer almaktadır. Daha sonra 48 masal, altı alt bölümde verilmiştir. Yedinci bölümde ise, “Karatepeli Hikâyeleri” başlığı altında 19 hikâye yer almaktadır. Türk duygusunun, düşünüşünün kısaca Türk kültürünün bir aynası olan bu masallardan bazıları şöyledir: 1. Ayağına Diken Batan Karga 2. Dev-Baba 3. Dünya-Güzeli 4. Benli-Bahri 5. Kral-Padişahının Kızı 6. Kara-tavuk
Umay Günay ,Elazığ Masalları’ nda derleyerek incelediği ürünleri 1973 yılında yayımlamıştır. Türk folklorcularından Hamit Zübeyr Koşay, 1929 yılında Dokuz Ötkünç adlı eserini neşretmiştir. Yusuf Ziya Demircioğlu, derlemiş olduğu masalları Yürükler ve Köylülerde Hikayeler-Masallar adlı eserinde 1934 yılında bir araya getirmiştir. Naki Tezel, 1936 yılında Keloğlan Masalları adlı eserini neşretmiştir. Ziya Gökalp, çıkarmakta olduğu Küçük Mecmua’da halk masalları yayımlamıştır. Bunlar dışında, Ahmet Caferoğlu, Ahmet Bican Ercilasun, Turgut Günay, Turgut Acar, derlemiş oldukları metinlerde masal ve fıkralara da yer vermişlerdir.
TÜRK MASALLARIYLA İLGİLİ DÜNYADA YAPILAN ÇALIŞMALARDAN; Türk maslarını içine alan en eski derleme Fransa Kıralı 14.Lui’nin mütercim ve sekreteri olan M.Digeon’un eseridir. 1781 tarihini taşıyan bu eserde üç Türk masalı olmak üzere beş masal vardır. Macar Türkolog Ignas Kunoş, Yurdumuzun çeşitli bölgelerinden derlemeler yapan bir bilim adamıdır, masallarımızı ayrı ayrı ciltlerde toplamıştır. Masalları bölgeden derleyen, tercüme eden ve onları neşre hazırlayan Ignas Kunoş’un bizzat kendisidir.
***Binbir Gece Masalları, Orta Çağ'da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli edebi eserdir. Şehrazat'ın hükümdar kocasına anlattığı hikâyelerden oluşur.
Konusu;
Hikâyeye göre Fars kralı Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde, Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar, karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi geçirdikten sonra tan vakti kadınları idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder, daha sonra vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın da yardımıyla her gece Şehriyar'a çok güzel ve heyecanlı hikâyeler anlatır. Tam şafak vakti geldiğinde, hikâyenin en heyecanlı yerinde anlatmayı keser. Hikâyenin sonunu merak eden Şehriyar, ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Kitabın sonuna kadar, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayeler yer alır. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuk doğurmuştur ve evlenmelerinin üzerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır. Böylece önceki emrini de kaldırır.
TÜRK MASALLARINA ÖRNEK METİN:
Tuz
Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın üç oğlu varmış. Padişah, aklı oldukça kıt bir adammış. Yaşına, padişahlığına yakışmayan hareketler yapar, herkesi kendine güldürürmüş. Devlet işleriyle hiç uğraşmazmış. Vaktini hep ava gitmekle, eğlenceler tertiplemekle geçirirmiş. Günlerden bir gün, üç oğlunu da yanına çağırmış, onlara : Söyleyin bakayım, diye sormuş, beni ne kadar seviyorsunuz? Babalarının böyle tuhaf hallerine alışık olan şehzadeler, onun bu sorusunu hiç yadırgamamışlar. Fakat, onun, sorduğu bir şeye karşılık verilmediği zaman da ne kadar kızdığını bilirlermiş. Önce en büyük şehzade cevap vererek : Babacığım, demiş, sizi altın kadar, elmas kadar, pırlanta kadar seviyorum. Büyük oğlunun bu cevabı padişahın pek hoşuna gitmiş. Kahkahalarla güldükten sonra, ortanca oğluna bakmış : Ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım? diye sormuş. O da : Babacığım, demiş, ben sizi bal kadar, börek kadar, kadayıf kadar seviyorum. Ortanca oğlunun cevabı da padişahın hoşuna gitmiş. Gene kahkahalarla gülmüş. Sonra en küçük şehzadeye dönerek: Söyle benim küçük oğlum, demiş, ya sen beni ne kadar seviyorsun bakayım? Küçük oğlan, birdenbire cevap verememiş. Biraz yutkunduktan sonra: Babacığım, demiş, ben sizi tuz kadar seviyorum. Küçük şehzadenin bu beklenmedik cevabı karşısında, ağabeyleri, kendilerini tutamayıp gülmüşler. Padişahın da suratı birden asılmış. Kaşlarını çatarak: Ne dedin, ne dedin?! diye bağırmış. Beni tuz kadar seviyorsun ha? Seni utanmaz, hain evlat seni. Dünyada tuzdan daha kıymetli bir şey bulamadın mı?! Sonra, hiddetle, yanındaki küçük bir sedef sandıktan iki kese altın çıkarmış. Birini büyük oğluna, ötekini de ortanca oğluna atmış. Onlara, eliyle dışarı çıkmalarını işaret etmiş. Her iki oğlu da âdeta yerleri öpüp geri geri giderlerken, padişah ellerini çırpmış. İçeri bir arap girince: Çabuk bana cellatları çağırın! Diye bağırmış. Arap uşak hemen dışarıya çıkmış. Kısa bir zaman sonra, iri boylu, yarı çıplak bir halde, korkunç iki arap cellatla içeri girmiş. Padişah, küçük oğlunu göstererek: Çabuk bunu alın! Kafasını uçurun! Diye bağırmış. Eğer emrimi yerine getirmezseniz, ikinizi de parça parça doğratırım... Herkes gibi sarayda küçük şehzadeyi cellatlar da pek çok severlermiş. Padişahın bu emri üzerine, onu tutup sürükleyerek dışarıya çıkarmışlar. Hemen iki at hazırlatmışlar. Birisi küçük şehzadeyi yanına almış. Atları dağlara doğru sürüp gitmişler. Saraydan oldukça uzak bir yerde, bir dağ başında durmuşlar. Küçük şehzade pek üzüntülü imiş. Dokunsalar nerede ise ağlayacakmış. Cellatlar onun bu haline acımışlar. Bir tanesi: Şehzadem, demiş, biz sana kıyamayacağız. Ama, padişahımızın emrini sen de kulaklarınla duydun. Bari gömleğini çıkarıp bize ver de, bir tavşan yakalayıp onun kanına bulayalım... “İşte şehzadeyi kestik” diye kanlı gömleği götürüp babanıza verelim. Sen de buralardan uzaklaş, bir daha memlekete dönme! Şehzade, cellatların bu teklifine sevinmiş. Hemen soyunup gömleğini onlara vermiş. Hayatını bağışladıkları için her ikisine de teşekkür etmiş. Atın birini de onlardan alarak uzaklaşmış, gözden kaybolmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş... Nihayet bir memlekete varmış. O kadar yorgunmuş ki, neredeyse, attan inerek yere uzanıp uyuyacakmış. Şehre girerken, yol kenarındaki ilk evin kapısını çalmış. Kapıyı ihtiyar bir kadın açmış. Ona, şehzade olduğunu bildirmemiş, dünyada kimsesi bulanmadığını, bu memleketin de yabancısı olduğunu söyleyerek kendisini evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Zaten ihtiyar kadının da hiç kimsesi yokmuş. Zahmet çekmeden yetişmiş bir çocuk sahibi oldum diye sevinerek şehzadeyi evlatlığa kabul etmiş. İhtiyar kadın, şehzadenin önüne yiyecek koymuş. Karnını doyuran şehzade, gidip çeşmede elini, yüzünü, ayaklarını güzelce yıkamış. Sonra atının da karnını doyurmuş. Bu işler bitince, kadının yaptığı yatağa kendini atarak derin bir uykuya dalmış. Ertesi sabah uyandığı zaman, şehzade, pencereden halkın akın halinde bir tarafa doğru gittiğini görmüş, ihtiyar kadına: Anacığım demiş, herkes böyle nereye gidiyor? Bayram filan mı var? İhtiyar kadın: Bayram değil ama oğlum, demiş, ondan daha önemli bir şey var. Bugün talih kuşunu uçuracaklar, padişahımızı seçecekler... Bu sefer şehzade: Ne olur anacığım, demiş, beni de götür. Hiç olmazsa seyrederiz. İhtiyar kadın evlatlığını kıramamış. Kalkıp giyinerek sokağa çıkmışlar. Halkla beraber büyük meydana gitmişler. Herkes toplandıktan sonra, talih kuşunu uçurmuşlar. Talih kuşu, kalabalığın üzerinde dolaşmaya başlamış. Kimisi, “acaba bana mı konacak?” diye heyecan geçiriyor, kimisi de, “benim başıma konsun” diye ayaklarının ucuna basarak boyunu yükseltiyormuş. Ne ise, kuş, döne dolaşa gelip bizim küçük şehzadenin başına konmamış mı? Buna hiç kimse razı olmamış. Her kafadan bir laf çıkıyor, kimisi de: O yabancı, padişah olamaz! diye bağırıyormuş. Çaresiz seçimi bozmuşlar. Ertesi sabah tekrar toplanmaya karar vermişler. Ertesi gün herkes gene meydanda toplanmış. Bu sefer de bir yanlışlık olur da, halkı kızdırırım diye, küçük şehzade, gidip yol kenarındaki mezarlıkta, bir taşın yanında oturmuş. Talih kuşunu uçurmuşlar. Halk heyecandan kırılıyormuş. Ama kimsede de ses seda yokmuş. Gözler hep havada kuşun uçuşunu dikkatle takip ediyormuş. Talih kuşu, döne dolaşa gidip bu sefer de mezarlık kenarında oturan şehzadenin başına konmamış mı? Halk gene kıyameti koparmış. Bir taraftan da: Olmadı, olmadı, Türk’ün şartı üçtür; diye bağıranlar olmuş. Çaresiz bu seçimi de bozmuşlar. Yeniden toplanmaya karar vermişler. Ertesi sabah, halk meydanda çok erkenden toplanmış. Şehzade ile ihtiyar kadın evlerinden henüz çıkmış, meydana doğru gelirlerken, talih kuşu uçurulmuş. Kuş gene kalabalığın üzerinde birkaç defa dönmüş. Sonra oradan hızla uzaklaşarak, gidip meydana doğru yeni gelmekte olan şehzadenin başına üçüncü defa konmuş. Bu sefer hiç kimse itiraz edememiş. Bizim küçük şehzade de padişah olarak o memleketin idaresini eline almış. Akıllı çocuk olduğu için, kısa zamanda halka kendini sevdirmiş. Birçok işler yapmış. Memleketi gül gibi idare etmeye başlamış. Aradan yıllar geçmiş. Genç padişah, kendisini bildirmeden, babasına bir mektup göndererek, memleketine dâvet etmiş. Babası, komşu bir memleket padişahından gelen dâveti kabul etmiş. Gezip eğlenmeye bayıldığı için, bir tabur askerle birlikte hemen gelmiş. Genç padişah, çok güzel yemekler hazırlatmış. Fakat hiç birine tuz koydurmamış. Genç padişah bıyık ve sakal bıraktığı için, ilk karşılaştıkları zaman babasının tanımadığını hissedince, pek sevinmiş. Ne ise, akşam yemeğini yemişler. Misafir padişah yemekleri çok beğenmiş ama, tuzsuz oluşuna hayret etmiş. İçine baygınlıklar geldiği halde, hiçbir şey söylememiş. Ertesi gün, askerlerini dolaşmış. Hatırlarını sormuş. Onlar da yemeklerin tuzsuz oluşundan şikâyet etmişler. O gün öğle yemeğini yerlerken, misafir padişah: Kuzum, sizin memlekette tuz bulunmaz mı? diye sormuş. Genç padişah, gülerek: Vardır padişahım, diye cevap vermiş. Hem o kadar çoktur ki, bütün dünyaya tuz buradan gider. Bu cevaba büsbütün şaşıran padişah: İyi ama, demiş, bütün yemekleriniz tuzsuz. Sebebi nedir? Genç padişah bu sefer: Sizin tuzu hiç sevmediğinizi, yemeklerinize koydurmadığınızı söylediler de, demiş, onun için koydurmadım. Padişah, derhal atılmış: Katiyen efendim, demiş, yanlış söylemişler. Tuzsuz hayat mı olurmuş? Ben tuzu çok severim. O zaman, genç padişah, gülerek: Ama, demiş, küçük oğlunuz size: “Ben seni tuz kadar severim” dediği zaman, onu cellatlara teslim etmiştiniz? Bu söz üzerine, padişah, kendine gelmiş. Karşısındaki genç padişaha dikkatle bakınca, oğlunu tanımış. Arkasından da gözlerinden iki damla yaş yuvarlanmaya başlamış. Baba, oğul hemen kucaklaşmışlar. Sevinçleri görülecek şeymiş. Onlar ermiş muradına.